top of page

Kadın ve Doğanın Sömürüsü: Ekofeminist Perspektiften Mother! Film Analizi

  • Yazarın fotoğrafı: Dilara Gün
    Dilara Gün
  • 27 Haz 2021
  • 19 dakikada okunur

Bu çalışmanın amacı, ekofeminist perspektiften yararlanılarak kadının ve doğanın ikili sömürüsünün altından yatan nedenleri, kadının doğayla olan ilişkisi üzerinden derinlemesine incelemeler yaparak anlamaya çalışmaktır. Bu sebeple 2017 yapımı Mother! filmi analiz edilecektir.


1. GİRİŞ

Dünya gündemine, özellikle 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren damgasını vuran ve çağımızın toplumsal sorunları içinde önemli yere sahip olduğu söylenebilecek iki konu; çevre ve kadın sorunlarıdır. Çevresel sorunların tehlike eşiğine gelmesi sebebiyle feministlerin, ekoloji hareketine ilgisi 20.yy’ın ikinci yarısında artmaya başlamıştır (Üzel, 2006).

Son 30 yılda doğal kaynakların tükenmesi, doğal sistemlerin bozulması ve çevreyi kirleten maddelerin ciddi boyutta tehlikeler yaratması nedeniyle; Derin Ekoloji, Sosyal Ekoloji, Çevre Etiği, Ekofeminizm ve Sürdürülebilir Kalkınma gibi akımlar doğmuştur. Bu akımlardan biri olan ekofeminist düşünce: Kadının ezilme ve sömürülmesinin kaynağını doğayı da tahakkümü altına alan erkek egemen güçte görür (Özyol, Çobanoğlu).

Bu tahakkümcü ilişkinin ilk kurbanı kadındır. Doğayı değersizleştiren bir uygarlıkta kadın doğanın imgesidir. Kadının doğasına boyun eğdirilmesi, bu doğanın ataerkil ahlak çerçevesi tarafından hapsedilmesi, sonunda erkeğin boyun eğdirilmiş bir doğa imgesine yol açan ilk tahakküm edimi örneğini oluşturur (Bookchin, 1994.akt;Topgül, 2012). Birçok BM Dünya Konferansı ve çok sayıda STK tarafından hazırlanan raporların işaret ettiği gibi, kadınlar çevresel bozulmanın ilk kurbanlarındandır ancak aynı zamanda doğanın savunmasında da kilit rol oynarlar. Ekofeminizm, bu çift taraflı sorunu ele alan düşünce ve uygulamadır (H. Puleo, 2017).


Ekofeminizmin temel tezi, doğadan nefrete dönüşen kadından nefretin (ya da tam tersi) erkeklerin eylemlerini ve buradan hareketle ataerkil kültürü, özellikle de Batılı beyaz erkek söylemini yönlendiren başlıca erkek itkisi olduğudur. Bu bağlamda, ekofeminist kuramın sorunsalı, ataerkilliğin kadına ve doğaya (hayvanlar alemi de dahil) birlikte hükmetmesi, onları ikincileştirmesi ve araçsallaştırması üzerinedir (Üzel, 2006).

Erkek merkezci anlayışa göre, kadın erkekten aşağı konumdadır, tıpkı doğa ve hayvanlar gibi. İnsan merkezli düşünce, doğanın insanın kullanımı için yaratıldığını varsaymakla birlikte, erkek merkezci düşünce tüm kainatın erkekler için yaratıldığı ve onların arzularına hizmet etmek için bir araç olduğu anlayışından hareket etmektedir. Ev içi emeğin sömürülmesiyle başlayan kadın tahakkümü siyasal ve politik arenada meşrulaştırılarak sistemleştirilir. Benzer şekilde doğal kaynakların erkekler tarafından sömürülmesi ve doğanın vahşice tahrip edilmesinin altında yatan nedenlerde benzerdir. Bu sebeple doğaya tıpkı bir kadın bedeni gibi tecavüz edilir ve şiddete maruz bırakılır. Erkeğin bu tahakkümünün altında yatan nedenlerse oldukça çeşitlidir. Tek tanrılı dinlere bağlı olarak erkeğin kutsallaştırılması, nesillerdir süregelen ve toplumsal olarak onaylanan eril zihniyet, piyasa ekonomisi, insanın yaratılışındaki hırs ve rekabet (sadece erkekte var olduğu varsayılır) bunlardan bazılarıdır.

Bununla birlikte, ekofeminizm sadece ekolojik bilinç için çaba harcamakla kalmamakta, iktidar, çokuluslu şirketler, tüketim ekonomisi ya da ataerkil kapitalizm gibi güç odakları ve sistemler üzerinden doğa-kültür ikiliğini sorgulayarak paravanın iç tarafındaki sömürüyü de irdelemektedir. Başka bir ifadeyle, doğaya korumacı ve dost bir anlayışla dişil ilkenin değerini ve biricikliğini ortaya koymaya çalışmaktadır (Güzel, 2020).

Ekofeminist araştırmaların temel amacı, tarihî süreçte kadınlar ve doğa arasında kurulan bağlantıları ortaya koymak ve ortaya koyulan bu bağlantıların eleştirisiyle ataerkil tahakkümü zayıflatmak olmuştur (Özdemir ve Aydemir, 2019). Temelde var olan erkek egemenliğinin kadının üzerinden kaldırılmasıyla kadın özgürleşerek, cinsiyet eşitsizlikleri sona erdirilebilecektir. Aynı şekilde doğa üzerindeki erkek egemenliğinin sona ermesiyle de doğanın özgürleşmesi ve ekolojik adalet sağlanacaktır (Kılıç, 2008.akt; Topgül, 2012).

Ekofeminist düşüncenin önemli isimlerinden Francoise d’Eaubonne 1974 yılında kaleme aldığı “Le Féminism ou la Mort” (Feminizm ya da Ölüm) adlı makalesinde, bu terimi ilk kez kullanmıştır.

Daha ilk çağlardan başlayan ataerkil düzen ve en eski toplumlarda ortaya çıkan, “Erkeği hayat alıcılar, kadınları da hayat vericiler” olarak ayıran iş bölümü, erkeğin hem kadın hem doğa üzerinde egemenlik kurmasına zemin hazırlamıştır. Ekofeminist düşünceyi benimseyen yazar ve düşünürler, çevre sorunlarını da kadınların sorunları olarak görüp, cinsiyet ayrımcılığı ile birlikte din, ırk, sosyal sınıf ayrımcılığını kabul etmezler (Topgül, 2012).

Susan Griffin’in 1978 yılında yayımladığı “Women and Nature” (Kadınlar ve Doğa) ile Carolyn Merchant’ın 1980’de yayımladığı “The Death of Nature” (Doğanın Ölümü) isimli eserlerde de benzer noktalara değinilerek kadınlar ve doğa üzerinde kurulan otoritenin ve baskılamanın kökenleri araştırılmıştır (Mellor, 1993.akt; Üzel, 2006). Ekofeminist yazar Ruether ise, kadınlar ve doğa üzerinde kurulan tahakkümler arasında benzer süreçleri içeren bir bağlantının olduğunu her zaman vurgulamıştır (Ruether, 1975.akt; Özdemir ve Aydemir, 2019). 1974 yılında Shelia Collins’in “A Different Heaven and Earth” (Farklı Bir Cennet ve Yeryüzü) isimli eserinde, cinsiyet ayrımcılığı ile ekolojik yıkımı aynı bağlamda değerlendirerek ırkçılık, cinsiyet ayrımcılığı, sınıf sömürüsü ve ekolojik yıkım, ataerkil yapıyı taşıyan ve birbirleriyle kenetlenmiş yapılar olarak çözümlenmiştir (Üzel, 2006).

Böylece Ekofeminizm, 1970’lerden itibaren filizlenmiş ve 1980’li yıllarda yüksek sesle tartışılan bir konu hâline gelmiştir (Özdemir ve Aydemir, 2019). Böylece, ekolojik taleplerin yükselmesi ile birlikte, özellikle, 1980’lerden sonra Batı’daki kadın çalışmalarında ayrı bir dal olarak gelişen ekofeminizm, farklı feminist ve ekolojik yaklaşımları birleştirmiştir (Üzel, 2006).

Ekofeminist düşünürler kadın ve doğanın ikili sömürüsünü konusunda uzlaşsalarda bu sömürüye neden olan faktörler konusunda fikir ayrılığı yaşamaktadırlar. Fakat eril zihniyetin neden kadınları doğa ile özdeşleştirip sömürdüğü fikrinde ortak bir anlayış yakalamazlar. Teorisyenler, kadının doğa ile olan bu bağının psikolojik mi, toplumsal mı, kültürel mi veya sistem kaynaklı mı olduğu konusunda ayrılırlar.

ABD’li sosyal araştırmacı ve çevre tarihi profesörü Carolyn Merchant “Radikal Ekoloji” adlı kitabında, ekofeminizmi dört gruba şu şekilde ayırmıştır; Liberal Ekofeminizm, Kültürel Ekofeminizm, Toplumsal (Sosyal) Ekofeminizm ve Sosyalist Ekofeminizm.

Liberal teoriye dayanan liberal ekofeminist yaklaşım, reformist bir çizgide ele alınmıştır. Diğer ekofeminizmler hem ekolojik hem de kadın hareketleri konusunda liberal politikalara karşı çıkarak sadece değişimi değil, toplumsal dönüşümü de hedeflemelerinden dolayı radikal grup olarak nitelendirilmiştir (Üzel, 2006). Liberal ekofeministlere göre, çevre sorunlarının sebebi doğal kaynakların, kimyasal ilaçların ve diğer kirleticilerin yanlış kullanımıdır (Özdemir ve Aydemir, 2019). Liberaller doğadan değil çevreden söz ederlerken, var olan çevre sorunlarının gelişmeye bağlı olarak ortaya çıktığını ileri sürerler (Topgül, 2012).

Doğal kaynakların yönetimi, yasa hazırlama, hukuk eğitimi gibi konularda kadınların eşit fırsatlardan yaralanması ile kadınların bu alanlara girerek erkekler kadar başarılı olabilecekleri ileri sürülmektedir. Fırsat eşitliğinin sağlanması ile kadınların ve doğanın haklarının kazanılabileceğine vurgu yaparlar. Dolayısıyla liberal teorinin “haklar temelli” anlayışı sonucu reformist ekofeministler tarafından aslında sadece erkeklerle aynı haklara sahip olma hedeflenir (Üzel, 2006). Fransız yazar ve feminist Simon de Beauvoir’e göre, kadınlar biyolojik olarak erkeklerden farklı olmakla birlikte, bu farklılıkları aşarak erkeksi değerlere ayak uydurabilirler (Tamkoç, 1996.akt; Topgül, 2012).

Fakat liberal feminizmin bu “iyileştirmeci” tutumu hem ekofeministler hem de feminizmin ilk dalgası sırasında kültürel feministler olarak adlandırılabilecek, Margaret Fuller ve Charlotte Perkins Gilman gibi düşünürler tarafından da eleştirilmektedir. Bunun sebebi, liberal ekofeministlerin, kadını eril bedene sokarak farklı bir tahakküm ilişkisi daha yaratmaya çalışmalarıdır. Bu erkek ideali doğrultusunda kadına fırsat eşitliği verildiği takdirde doğa da kendini kurtarabilecektir. Bu durumun yüzeysel bir çevrecilik anlayışı olmasıyla birlikte, kadınlar egemen tahakküm içerisinde kadınlığından ödün vereceklerdir.

Sonuçta, liberal ekofeminizme yapılan eleştirilerde, bir yandan özel alana müdahale etmeyerek kadının ikincilleştirilmesini, kamusal söyleminde rasyonel öznesinin örtük erilliğini sorgulamazken; diğer taraftan doğaya karşıt olarak kurgulanan egemen insan ve toplum modelinden kaynaklanan anlayışları da görmezden gelindiği dile getirilir (Üzel, 2006).

Bununla birlikte ekofeminizmin diğer türlerini içerisine alan radikal ekofeminizm: Tüm hiyerarşi biçimlerinin yanlış olduğunu vurgulamaktadır. Radikal ekofeminizme göre, kadını özgürleştireceği iddia edilen "eşit fırsat" kökenli liberalizm ideali, böyle bir sistemde çalışan kadınların ya da erkeklerin, patronları tarafından baskı altında tutulacağı gerçeğini göz ardı etmektedir. Bu sebeple, radikal ekofeminist ideolojinin temel amacı, erkek egemen düzen dolayımında eşit katılım elde edip düzen içinde erimek değil; buna direnmek, bunu yıkmak ve değiştirmektir (Plumwood, 2004.akt; Özdemir ve Aydemir, 2019).

Kültürel ekofeminizm doğa ve kadının eşit tutularak ikincilleştirilmesine tepki olarak gelişmiştir (Tamkoç, 1996.akt;Topgül, 2012). Bununla birlikte, bu anlayışla genel olarak “kadın” ve “kadınlık” ile ilişkilendirilen nitelikler kutlanır. Amaç, duygular, beden, yetiştirme ve sezgi gibi nitelikleri yeniden değerlendirmektir (Carlassare, 2000.akt; Power, 2016).

Shiva, Donovan, Merchant, Adams gibi yazarlara göre, kadının doğaya yakınlığı, barışçılığı, duyarlılığı, tinselliği geleneksel kültür yapısı içerisinde kadının kendi deneyimleri ile kendilerinin yarattığı ayrı bir örtük kültür ve bilinç ile bağdaşır (Üzel, 2006). Aslında kadınlar biyolojik yapısı sebebiyle doğaya yakındırlar; fakat ataerkil yapı ve tahakküm bir yandan kadını ikincilleştirirken, diğer taraftan kadınların doğal yönelimlerini bastırmalarına yol açar. Kadın artık ne kültür alanındadır, ne de olumsuz anlamda özdeşleştirildiği doğa alanındadır. Kültürel ekofeministlerin çoğu, toplumsal cinsiyet kimliğinin oluşumunun biyolojik farklılıklardan ziyade toplumsal inşa sorunundan kaynaklandığına inanmaktadırlar. Dolayısıyla, kültürel ekofeministler, kadınların yaşadıkları "kişisel ve özel" miş gibi gözüken sorunların aslında politik sorunlar olduğunu ileri sürmektedir (Üzel, 2006).

Kültürel feminizm kuramını savunan teorisyenler, liberal feminizmin eşit haklar görüşünü ve kendini geliştirmenin önemini kabul ederken bir yandan da hayatın akıl dışı, sezgisel ve kolektif yönü üzerinde de durmaktadır. Bunun yanı sıra kültürel feminist bakış açısına göre, özellikle Ortaçağ sonrası Batılı erkek kültürün eseri olan doğaya hükmetme isteği, gerek doğa ve kadının sömürülmesi gerekse hayvanlara kötü davranılmasının sebebidir (Donovan, 1997.akt; Topgül, 2012). Diğer bir açıdan kültürel ekofeministler, kadınlar ve çevre arasında bir ilişki kurmayı teşvik etmektedirler. “Anaerkil bakış içerisinde yer alan, şefkat, tinsellik ve dayanışma gibi özellikler doğa ile özdeşleştirilmiştir” (Yılmaz Arslantürk, 2018.akt; Özdemir ve Aydemir, 2019). Böylece kadınların toplumsal cinsiyet rolleri (aile hekimi, gıda sağlayıcısı vb.) ve biyolojileri (âdet, hamilelik, emzirme vb.) nedeniyle doğa ile daha yakın bir ilişki içinde olduklarını iddia etmektedirler. Sonuç olarak kültürel ekofeministler, kadın ve doğa benzerliğinin kadınlara doğa hakkında daha duyarlı olma fırsatı sunduğunu savunmaktadırlar. Ayrıca bu duyarlılığın sonucunda, insanların bir arada yaşaması gereken doğal dünyayla daha doğrudan bir bağlantı kurduğu sürece toplum tarafından ödüllendirilmesi gerektiğini öne sürmektedirler (Miles, 2018. akt; Özdemir ve Aydemir, 2019).

Kültürel ekofeministler, kadınların doğadan ayrı düşünülemeyeceğini çünkü neredeyse bütün toplumlarda kadınların bir şekilde her zaman doğaya daha yakın olduğundan bahsetmektedir. Bu durumdaki en büyük etken kadınların fizyolojik olarak hayat verme ve hayatı sürdürme potansiyellerinin bulunması ve yaşam türleriyle ilişkisinin daha dinamik olmasıdır. İlk çağlardan itibaren avcılık ve toplayıcılıkla hayatının idame ettirildiği zaman diliminde kadınların doğurganlık ve bebek büyütme faktörleri onları, avcılık ile ilgilenen, bu sebeple evden uzakta vakit geçiren erkeklere oranla eve, dolayısıyla doğaya daha fazla yakınlaştırmıştır. Kadınlar yiyeceklerini bitkilerden elde etmiş, tohumlarından ve köklerinden çeşitli tıbbı ilaçlar yapmıştırlar. Dolayısıyla doğa ile uyumlu ve dostane bir tavır sergilemiştirler. Bugün de hala kültürlerarası aktarımla doğa ile uyumları bozulmamış fakat evrilmiştir.

Diğer ekofeminist kuramcılar tarafındansa kültürel ekofeminizm eleştirilmiştir. Moore’a(2008) ve diğer kuramcıların söylemlerine benzer şekilde, ekofeminist bilim ve aktivizm, bazı erken dönem ekofeministlerin kadınları biyolojik olarak erkeklerden daha barışçıl ve şefkatli olarak gören söylemlerle ilişkilendirilmeleri nedeniyle genellikle “anneci” ve “özcü” olarak reddedilmiştir (Power, 2016).

Toplumsal ekofeminizm ise Murray Bookchin'in toplumsal ekoloji anlayışı üzerine oturtulmuştur. Bu bağlamda, toplumsal ekolojistler insanın insana tahakkümünü aynı zamanda, insanın doğa üzerinde tahakküm kurmasına taşımıştır. Toplumsal ekofeminizm için sınıflı toplumdan önce kadının tahakküm altına alınması ortaya çıkmıştır. Kapitalizm ise var olan tahakkümü daha da vahşileştiren bir zemin yaratarak her türlü tahakkümü meşrulaştırmakta ve derinleştirmektedir. Bütün tahakküm biçimleri tıpkı doğa ve kadın gibi iç içedir. Bookchin’e göre, tahakkümcü ilişkinin ilk kurbanı insan doğasıdır, özellikle de kadının doğası. Ve bu tahakküm ilişkilerinin, toplumsallıkla insanlık tarafından çözülebileceğini vurgular (Üzel, 2006). Toplumsal Ekofeminizme göre, kadınlar aynı zamanda, toplumsal olarak oynamak zorunda bırakıldıkları rolleri nedeni ile doğaya yakın ilişki içerisindedirler. Doğa ile olan ilişkilerinde, yaşam koşulları ciddi biçimde etkilenmekte, bu da onları egemen güçlere karşı koymaya zorlamaktadır (Üzel, 2006).


Son olarak Sosyalist ekofeminist kuramcıların düşüncelerine göre ise nüfus artışının ekolojik açıdan sürdürülebilir bir gelişme ile uyumlu olacağına inanmaktadırlar. Böyle bir kalkınmada da, kadınla erkeğin iş olanaklarının ve ücretlerinin eşit, gündüz bakımevi, sağlık hizmetleri ve sosyal güvenlik sisteminin de yeterli olması, kadınların sağlıklı doğum kontrol hizmetlerine kolayca ulaşmalarını hedeflemektedir (Tamkoç, 1996.akt;Topgül, 2012).

Marksizm temelli bu düşünce, merkezsiz kapitalist olmayan bir toplum yapısı resmeder ve bu resimde doğayı merkezi bir yere koyar.

Örneğin Atay’a(2015) göre; Kapitalist sistemden uzaklaşıldığında insan ve doğa özgürleşecek ve üretim araçları mülkiyeti ortadan kaldırılacaktır. Ekososyalizm, sınırsız büyümenin mümkün olduğunu savunan kapitalist sistemi reddederken; devletin olmadığı, özyönetime dayalı, insancıl, eşitlikçi ve demokratik bir toplum anlayışını alternatif olarak sunmaktadır (Atay, 2015). Sosyalist feministler eleştirilerini aynı kültürel ekofeminizm gibi ataerkil sisteme yöneltmektedirler. Kültürel ekofeministler, kadının doğayla olan ilişkisi üzerinde derinlemesine incelemeler yapılırken, toplumsal (sosyal) ve sosyalist ekofeministler egemenlik konusunda özgürlüklerin ve sosyal adalet elde edilmesi üzerinde durmaktadır (Tamkoç, 1996. akt; Topgül, 2012).

Sonuçta ekofeminizm, ekolojik sorunlar ile doğanın, hayvanların ve kadınların tahakküm altına alınmasının temelinde erkeksi değerler, dualizm ve buna dayalı toplumsal yapıyı görmektedir. Süregelen zulmü yaratan aynı zamanda onaylayan erkek egemen kültür derinlemesine sorgulanmalıdır. Ekofeminist yaklaşımın eril düşünceye atfederek eleştirdiği başlıca özellikler hiyerarşik ve dualist düşünce yapısıdır (Plumwood, 2004.akt; Üzel, 2006).


Platoncu felsefe, akıl alanını doğa alanına üstün olarak kurgulayan hiyerarşik dualizm etrafında örgütlenir. Bu örgütlenme, neredeyse her konunun, sevginin, bilginin, güzelliğin, sanatın, eğitimin, ontolojinin içinden geçen bir fay hattı yaratır. İki tür sevgi, iki tür bilgi, iki tür varlık, iki tür nedensellik, iki tür sanat ve hatta iki tür müzik vardır. Tüm bu örneklerde aşağı taraf doğayla, bedenle, oluşum alanıyla ve dişil olanla; üstün taraf ise akıl alemiyle bağdaştırılır (Plumwood, 2004.akt; Üzel, 2006).


1. Araştırmanın Amacı


Bu çalışmanın amacı, ekofeminizm perspektiften yararlanılarak kadının ve doğanın ikili sömürüsünün altından yatan nedenleri, kadının doğayla olan ilişkisi üzerinde derinlemesine incelemeler yaparak anlamaya çalışmaktır.


“Kadın doğaya yakındır”, “hatta doğanın kendisidir” perspektifinden 2017 yılında vizyona girmiş olan Darren Aronofsky tarafından yazılıp yönetilmiş, psikolojik korku\gerilim türü “Mother!”(Anne!) isimli sinema filmi incelenecek kadın ve doğa bakış açısıyla film analiz edilecektir. ABD yapımı filmin oyuncu kadrosunda Jennifer Lawrence( Mother), Javier Bardem (Him), Michelle Pfeifer (Woman) ve Ed Harris (Man) yer almaktadır. Söz konusu filmde tek tanrılı dinlere çeşitli göndermeler ve dini semboller de yer almaktadır. Sahnelerde yer alan dini çerçeve ve eleştiri bu makalede konu edinmemekte bu sembollerden yüzeysel şekilde bahsedilmektedir.


Bu bağlamda, çalışmanın genel amacına hizmet etmesi açısından şu sorulara cevap aranacaktır;

1.Mother! adlı filmde, kadın ve doğa arasında nasıl bir ilişki vardır?


2.Mother! adlı filmde, kadın ve doğanın ikili tahakkümü hangi sömürü unsurlarıyla meşru kılınmaktadır?


3.Mother! adlı filmde ki tahakküm biçimlerinin Türkiye örneği üzerinden değerlendirmesi nasıldır?



3. Mother! Filmi Analizi


Filmin başlangıcında, bir kadının alevler içinde yandığını ve ağladığını görmekteyiz. Filmin sonundaki sahnelerden de anlayacağımız üzere, bu sahne bir döngü şeklinde devam ederek kadınların yanması ve erkeğin yanan bedenden kalbi yani “elmas” metaforunun çıkarılmasıyla sonuçlanıyor. Kadınların kalbi, filmde bir yandan evi temsil ederken dolayısıyla doğanın yaşam gücünü de temsil etmektedir. Bu elmas sayesinde ev, yanmış vaziyetten yeniden inşa edilmiş hale gelmektedir. Film, bize insanlığın tarihsel yolculuğunu ve ilkel zamanlardan bugüne değin doğanın dönüşümü ve kadının konumunu anlatmaktadır.


Film, şair olan bir adamın (Him) ve onun karısının (Mother)’ın gözlerden uzak, doğanın içinde bir evde yaşamını konu almaktadır. Filmde karakterlerin isimlerine dair herhangi bir ayrıntı bulunmamaktadır. Bu sebeple, hikayenin kişiselleştirmeden uzak, bütün kadınların başından geçen ya da geçebilecek bir konusunun olduğunu söyleyebilmekteyiz. Aynı zamanda da bununla bağlantılı olarak doğada meydana gelen olayların (küresel ısınma, iklim krizi, doğal afetlerin) bütün insanlığı ilgilendirdiğini söyleyebilmekteyiz. Him, daha önce birçok eser meydana getirmiş ve yeni eseri için ilham arayan ünlü bir şairdir. Mother ise yanmış olan evi baştan düzenleyen, her ayrıntısıyla detaylı bir şekilde ilgilenen bir kadındır. Tüm odaları hassasiyetle onaran, duvarları boyayan ve evin tamiri ile uğraşan yegane kişidir. Him’in ev işleriyle hiç ilgilenmediği ve sadece eserini yazmaya çalıştığı görülmektedir.


Aynı zamanda, daha sonraki bölümlerde görebileceğimiz gibi, Him’in aksine Mother’ın evin dışı ile hiçbir bağlantısı bulunmamaktadır. Him, ormanda yürüyüş yapmakta, gerektiğinde hastaneye gitmektedir. Fakat Mother, evin verandasına bile çekinerek çıkmaktadır. Burada verilmek istenen mesaj, insanlığın başlangıcında toplumsal iş bölümünde kadının rolünün toplayıcı olarak doğa ile yakın iletişimde oluşudur. Erbil (2018)’e göre on binlerce yılı içine alan geniş zaman diliminde toplumsal yaşamın ve üretimin esas örgütleyicisi kadındır.


Kadın, doğanın işleyişiyle uyumlu, yaşamın çevrimini destekleyen barışçı bir düzen kurmuştur ve insan ile doğa arasındaki pozitif yönlü ilişki bu düzenin bir ürünü olmuştur. İlk çağlarda erkeğin hayat verme ve yavru dünyaya getirme yeteneğinin olmayışını onu avcılığa ve dolayısıyla dış dünyaya açık hale getirirken, kadın türdeşleriyle birlikte kaldığı ortak yaşam alanının dışına çıkamayan, hareketli bir yaşam biçiminin uzağında, doğurgan cins olarak çevresindeki fenomenlerle ilgilenme olanağına sahip olmuştur. İlerleyen süreçte kadın, doğaya ilişkin gözlem ve izlenimleri sayesinde pek çok alanda yetkinleşmiştir. Üstelik birikimi, beceri ve yetenekleri yalnızca onu geliştirmekle kalmamış; Erkek ve çocuklardan oluşan topluluğun temel sorunlarına çözümler üretmesine de yol açmıştır. Erkeklerin ölümcül yok etme gücü karşısında kadının doğa ile geliştirdiği bu uyumlu birliktelik onlara tabiata dair bir bilgelik kazandırmıştır ( Erbil, 2018).

Bahsi geçen bu bilgelikle, gerek yemek yapımından gerekse evin çekip çevrilmesine kadar tüm ayrıntılarla Mother ilgilenir ve film boyunca eve zarar gelmemesi için yoğun çaba sarf eder. Mother kendini ev ile o kadar özdeşleştirmiştir ve uyum sağlamıştır ki duvarın boyandığı bir sahnede evin kalbini görür. Ekofeminizmin kadın ve doğa özdeşliği bu sahnede seyircinin gözleri önüne serilmektedir. Doğa ile uyum sağlayan ve kendini doğa ile tanımlayan kadın (Mother), evi sarı renk ile boyamaya karar verir.

Sarı rengin; neşe verdiği, bilgeliği, sezgisel kavrayışı ortaya çıkardığı ve yaratıcı gücü teşvik ettiği bilinmektedir Dokumacı, 2020). Aynı zamanda güneşi temsil ederek hayatı ve yaratıcı gücü de simgelemektedir. Dolayısıyla tıpkı bu sahnede olduğu gibi diğer sahnelerde de “Doğa Ana”ya atıf yapılmaktadır. Mother’in Women ile konuşurken ev için “Cennet gibi olmalı” ifadesi bunu kanıtlar niteliktedir. Bu bağlamda Collard (1988)’a göre kadınların doğayla yakınlığını “kadınların biyolojik özgüllüğü” üzerine temellendirerek kadınları yeni yaşamı taşıyan ve sürekli kılan yaşam vericiler ve yetiştiriciler olarak nitelendirir. Kadınları görevi söz konusu içsel annelik özüyle geleceği sahiplenmek; ayrıca yaratmaktır (Üzel, 2006).


Bununla birlikte kültürel ekofeministler, “gelecek ve doğa kadındır” ya da “Yeryüzü Ana (Gaia)” argümanlarını benimsenmektedir (Üzel, 2006). Bu doğrultuda filmde ki alt metinlere bakıldığında daha çok kadın ve doğanın spiritüelliğine ve yakınlığına gönderme yapıldığı görülmektedir. Çiftin, insanlardan uzak, sessiz yaşamları devam ederken ve Mother bu durumdan oldukça hoşnutken, bir gece evlerine bir misafirin gelmesiyle hayatlarında her şey değişmektedir. Gelen misafir, tıp araştırmaları yapan ve makale yazan bir doktordur (Man). Eve gelen ilk misafirin, pozitif bilimlerle olan ilişkisi ise tesadüf değildir. Öyle ki Aydınlanma Çağı ile birlikte, pozitif bilime ve rasyonalizme olan ilgi beraberinde düalizmi getirmiş ve sezgiselliğin karşısına aklı, doğanın karşısına kültürü ve kadının karşısına erkeği getirerek kadını ve doğayı ikincilleştirmiştir. Rasyonalite, kadınlığın aşılması şeklinde kavramlaştırılmış; aklı önceleyen ve doğayı bir kaynak olarak görerek araçsallaştırmıştır.


Özellikle 17.yy bilimi ile birlikte, doğa artık insanlık tarafından “geliştirilip dönüştürülmedikçe” “değersiz ve ölü” olarak kabul görmeye başlamıştır (Üzel, 2006) . Örneğin Vandana Shiva, “indirgemeci veya mekanik bir paradigma olarak hakim modern bilim”i, “Batılı erkeğe ait” bir “patriyarkal proje” olarak ele alır. Bu proje bağlamında doğanın “giderek tecavüz edilesi bir kadın olarak görülmeye başladığını iddia ederek kadının ve doğanın erkeğe boyun eğme sürecinin meşrulaştırıldığını" savunur (Türk, 2017). Merchant’a göre ise de on altıncı ve on yedinci yüzyılların bilimsel devrimi, organik doğa görüşünü yerle bir etmiş; doğayı canlı bir organizma olan “Yeryüzü Ana” olmaktan çıkarıp ırzına geçilip yağmalanabilecek bir nesneye ya da makineye dönüştürmüştür (Üzel, 2006). Tamda bu sebeple Mother, misafirin gelmesinden memnun değildir. Çay hazırlamak için mutfağa gittiğinde başı dönerek elindeki çay bardağını yere düşürmektedir ve ev bundan zarar görmektedir. Bundan hareketle rasyonalite ile birlikte “erkek egemen bilim” doğa ve kadına ilk darbesini atmıştır. Ardından Mother, kadının ve doğanın iyileştirici ve fedakar rolüne vurgu yaparak, “iyiyim” demekte, yerdeki bardak parçalarını toplamakta ve gülümsemeye devam etmektedir.

Man’in evin içinde sigara içmesine izin vermeyerek ve çakmağını saklayarak ise kadın hem insanlığı hem de doğayı korumaya çalışmaktadır. Aynı günün gecesi ise Mother uyandığında, Man’in rahatsızlandığını ve Him’in yardımıyla banyoda kustuğunu görür, sabah ise nasıl olduğunu sorduğunda ikisi de hiçbir şey hatırlamazlar, “kafam karıştı” diye ifade eder kendini. Sahnede verilmek istenen mesaj ise şudur: Erkekler, başlangıçtan itibaren yaptıklarından ve doğaya verdiği zarardan ders çıkarmamış, doğayı görmezden gelmiş ve kendilerine zarar vermeye devam etmişlerdir.

Him’in karısının (Women) eve gelmesiyle birlikte işler daha da karışmaktadır. Mother’ın doğallığı, görünüşündeki kendiliğindenliğinin aksine, Women oldukça makyajlı ve modern giyim tarzına sahip bir kadın olarak ortaya çıkmaktadır. Doğanın ortasında bu görüntü tezatlık oluşturmakta, filmin başlangıcından beri evde yalın ayak bir şekilde gezen Mother’in aksine Women, topuklu ayakkabıları ve sert tavırlarıyla dikkat çekmektedir. Çamaşır yıkama sahnesinde ise Mother’ı cinsel anlamda yetersiz bularak iç çamaşırının eleştirmektedir. Güzellik endüstrisinin kadının bedenini metalaştırdığı ve onu bir tüketim nesnesine dönüştürdüğü gerçeği bu sahnede açıkça belirtilmektedir. Kapitalizm kadınlara “doğal olmak adına” birçok hizmet sunarken, aslında doğal olana zarar verdiğinin elbette farkındadır. Fakat vahşi tüketim ve paranın kontrolü çevreciliğin önüne geçmektedir. Bu sebeple hem doğa hem de kadınlar piyasa ekonomisi için bir araçtırlar.


WWF Türkiye’ye göre tekstil sektörü su ayak izinin en yüksek olduğu sektörlerden biri ve örnek vermek gerekirse basit bir tişört üretilirken dahi 2700 litre su harcanmaktadır. Dolayısıyla doğa büyük şirketler için sadece bir kaynaktır (WWF Türkiye, 2020).

Kapitalist patriarkal toplum, doğaya ve doğanın varlıklarına nasıl alınıp satılıp kâr edilecek nesne gözüyle bakıyorsa kadına da öyle bakmaktadır.


İlaç tekellerinin sunduğu bilumum doğum kontrol yönteminden güzellik endüstrisine, birçok sektör kadın vücuduna, vajinasına, göğsüne, yüzüne kısacası görünen veya görünmeyen her yerini kesilip biçilecek şekilden şekle sokulup kar edilecek nesneler olarak bakmaktadır (Değirmenci: 31).

Filmin ilerleyen dakikalarında Mother, çiftin kaldığı odanın banyosuna girdiğinde suyun açık bırakılmış ve lavabonun etrafının çöplerle dolu olduğunu görmektedir. Yönetmen bu sahnede, doğal kaynakların bilinçsizce nasıl kullanıldığına dikkat çekmektedir. Bu görüntüler günümüz dünyasında bize hiç de uzak değildir. Kaynakların vahşice kullanımı, kimyasal ve evsel atıkların denizlere dökülmesi, vahşi sulama, küresel ısınma sebebiyle su kaynaklarının azalması dünyayı su fakiri bir hale sokmakta, bugün pek çok coğrafyada su stresi yaşanmasına, yarın ise dünyanın tümünün su fakiri olmasına neden olmaktadır. Bununla birlikte su, canlı hayatı için vazgeçilmez bir unsurdur. Su kaynakları üzerindeki baskı birçok canlı yaşamını tehdit etmektedir. Suyun bilinçsizce ve yoğun miktarda endüstriyel amaçla kullanımın bilinmekle birlikte suyun kullanımının kararını veren grup erkeklerden oluşmaktadır.


Dünya Sağlık Örgütüne (DSÖ) göre, dünya genelinde 785 milyon insan temel suya erişim hizmetlerinden yoksun ve bu insanların 144 milyonu, içme suyunu hijyen açısından en düşük düzeydeki "yer üstü" sularından karşılıyor ve dünyanın farklı bölgelerinde özellikle kadınlar, çocuklar, yerliler ve mülteciler gibi dezavantajlı grupların temiz ve güvenli suya erişimleri kısıtlı. Kadınlar gıdanın üretiminden sofraya koyulmasına kadar, tüketimin tüm zincirinin bir halkasını oluşturmakta bu sebeple su, kadınların hayatlarının merkezinde yer alıyor. Dolayısıyla büyük endüstriyel sanayilerin yoğun kullanımları ve suyu kirletmeleri en çok yoksul kadınları etkiliyor (Yüzbaşıoğlu, 2020).

Mother, çöpleri klozete atmak istediğinde ise tuvaletin tıkanmış olduğunu fark eder ve tuvaleti tıkayan nesnenin anormal bir görünüşe sahip bir “şey” olduğunu fark eder. Bu “şey” kimyasal atıklara yapılan bir göndermedir. Bu atıklar sebebiyle hem denizlerde ki hem de dünyada ki birçok canlı mutasyona uğramış veya kasıtlı bir şekilde genetiği değiştirilmiştir.

Yakın zamanda denizlerin kirlenmesinin ve anormal doğa olaylarının yaşanmasının örneği, Marmara Denizi’nde meydana gelen durdurulamaz müsilaj yayılımıdır. Denizdeki atıkların sebep olduğu bu yayılım, aylardır denizlerde ki canlı yaşamını tehdit etmekte. Bu gibi “anormal doğa olaylarının” ise tek bir sebebi var: Derin ekolojistlerin eleştirmiş olduğu üzere insan-merkezcilik ekofeministlerin eleştirdiği üzere, erkek-merkezciliktir.

Bu sebeple ekofeminist anlayışla, birçok eylemci kadın erkeklerin geliştirdiği teknolojiyi reddetmekte ve kimyasal atıkların kötü etkilerine karşı savaş açmak zorunda olduklarını vurgulamaktadırlar. Sebze ve ağaçlara serpilen ilaçların gebe kadınları ve çocukları hava ve su yoluyla etkilemekte; bu da zehirlenmelere, ölümlere, düşüklere yol açmaktadır. Bunların protesto edilmesinin kadınlar için ölüm kalım davası olduğunu belirtmektedirler (Tamkoç, 1996.akt; Üzel, 2006).


Man ve Women’in ardından bu kez eve oğulları gelmektedir. Mother çiftin büyük oğluna “Burada ne işin var?” diye sormaktadır. Aldığı cevap ve sonrasında yaşananlar ise kapitalist ekonomi tarafından doğanın sömürüsünün kanıtı niteliğindedir, “Herkesin en işi varsa o tabii.” Film boyunca, eve gelen davetsiz misafirler, ev metaforuyla aslında doğayı sömüren erkekler, Batılı beyaz gruba aittirler. Bu anlayışla eve gelen oğullar ise kapitalizmin temsili gibidirler.

Bununla birlikte modern sanayi toplumu ve egemen söylem, yeryüzüne hiçbir saygı göstermeden sürekli ekonomik büyümeyi benimser. Doğa, efendiye ya da “insanoğlu”na hizmet için sınırsız bir kaynak olarak görülür (Üzel, 2006).

Babasının vasiyetini bulan erkek kardeş ise kendisine bırakılan paydan memnun değildir ve bu sebeple evde kargaşaya neden olmaktadır. İki kardeş, babasının vasiyeti yüzünden kavga ederken evdeki eşyalara zarar vermektedirler. Kapitalizm piyasanın yarattığı rekabetten karlı çıkabilmek için doğayı bir kaynak olarak kullanıp tahrip etmektedir, onları durdurmak isteyen Mother’a ise şiddet uygulayarak doğa ve kadının ikili sömürüsü gerçekleştirmektedir. Pek çok ekofeministe göre, endüstriyel toplumlarda erkek değerleri (saldırganlık, şiddet gibi) mevcut olup kadın değerleri (eşitlik, birleşiklik, barışçıllık) yoktur. Kadın ve doğaya duyulan kinler birbirine koşut niteliktedir (Baş, 1993.akt; Üzel, 2006).

Evdeki kaosun artmasıyla evin kalbi kararmaya başlar, bu durum kadın, doğa ve hayvanlar için sonun geldiğinin habercisidir. Him, film boyunca karısı adına karar vermekte, evden çıkmasını istemekte ve ona söz verildiğinde lafını kesmektedir. Aynı zamanda yakınlaştıkları sahnenin başlangıcında onu istemediği bir cinsel birlikteliğe zorluyor. Dolayısıyla evde dışarıdan gelen insanlar gibi, evin içerisinde de başından beri var ola gelmiş bir tahakküm söz konusudur. Rubin’e göre, cinsiyet ayrımının hem başlangıç noktası hem de garantisi ailedir. Kadın ve erkeğin dünyaya geldiği ve cinsiyetlerin oluştuğu aile ortamı ataerkil sistemin egemenliğinde olduğundan aile, her yeni kuşakta yeni yöneten erkekler; yönetilen kadınlar üretir (Mellor, 1993.akt; Üzel, 2006).

Başka bir sahnede Him, Mother’a “Geldin demek ‘Tanrıçam’ benim.” diyerek seslenmektedir. Bazı ekofeministler, “Tanrıçayı” ibadetinin yeniden canlanmasında sembolize edilmiş dişil bir doğanın kutlanmasında ve onunla özdeşleşmede güç ve kurtuluş olarak değerlendirirler. Yeni ve canlandırılmış Tanrıça kökenli öykülerle ilgilenen ekofeminist çalışmalar, kadınların ihtiyaç duyduğu Tanrıçalara olan ilahi olanın sevgisini cesaretlendirebilmek için Tanrıça sembolünü işlemişlerdir. Özellikle Metzger ve diğer manevi\kültürel ekofeministlere göre, Tanrıça merkezli manevi ekofeminizm hem kaybedilenin hatırlanmasını hem de yeni bir yeni bir ritüel ve törenin ortaya çıkmasını gerektirir (Power, 2016). Bununla birlikte, Mary Daly, Sherry Ortner ve Susan Griffin gibi bazı feministlerde, kadının doğa ile özdeşleştirerek bir şekilde kadını lekelediklerini söylemişlerdir. Onlara göre, kadın da doğa gibi kullanılabilir, yararlanabilir bir malzemedir yaklaşımı kadını nesne konumuna indirgemektedir.


Eski çağlarda kadınların Tanrıçalarla ve tapınılan Toprak Ana ile özdeşleştirilmesi zamanla büyük bir mertebe kaybına uğramış ve “bakir topraklar”, “doğa ana üzerinde erkek savaşı” gibi hem doğayı hem de kadını pasif ve itaatkâr kılan cinsel saldırı niteliğindeki imalara yerini bırakmıştır (Köküöz,1989.akt; Topgül, 2012). Bu tartışma ekofeminizm içerisindeki spiritüel tartışmaların bir ayağını oluşturmaktadır.


Evin giderek kalabalıklaşmasıyla birlikte eve yapılan müdahaleler de giderek şiddetlenmektedir. Evi su basmasıyla ile o ana kadar sakinliğini koruyan ve eve gelen davetsiz misafirlere istemese de hizmet eden Mother “defolun!” diyerek bağırmaktadır. Evdeki insanlar ise “cezalandırılıyoruz” diyerek tepki göstermektedirler. Bu sahnenin günlük hayatta ki karşılığı ise insan müdahalesiyle bozulan iklimin ve doğanın artık tepki vermesidir. Konya’da yer altı sularının aşırı kullanımıyla gerçekleşen obruklar, küresel ısınma sebebiyle bazı bölgelerin sular altında kalması, mevsim anormalliklerinin artması ve kuraklığın yaşanması doğanın haykırışlarıdır. Mother’ın hamile kalmasının ardından, aradığı ilhamı bulan Him’in ise hayranları deyim yerindeyse evi istila etmektedir. Bu durum Maltus’çu bir perspektiften yorumlanabilmektedir. Maltus‘a göre, insan nüfusu geometrik artmakta, besin kaynakları ise aritmetik şekilde artmaktadır. Dolayısıyla doğal kaynaklar nüfusu beslemeye yetmemektedir. Bu durum erkek egemen piyasa ekonomisi ile birleşince de eşitsizlik meydana gelmekte, bu eşitsizlikten en zararlı çıkan ise kadınlar olmaktadır.

Him’in hayranları evden ve ondan bir parça alabilmek için, eşyaları çalmaya ve yağmalamaya başladıklarında Mother, “Durun, onların hiç birisi sizin için değil” diyerek bu olaya tepki göstermiştir, fakat hiçbiri bu ikaza aldırmamıştır. Patriarkal kapitalist kültür doğaya yaşayan bir ekosistem olarak bakmaz! Onun yerine parçalara ayırıp ayırıp çeşitli raflara konup alınıp satılacak cansız bir materyal olarak bakmaktadır. Bir başka deyişle kapitalist patriarkal toplum doğaya ve doğanın varlıklarına nasıl alınıp satılıp kâr edilecek nesne gözüyle bakıyorsa kadına da öyle bakmaktadır (Değirmenci: 31).

Filmin son dakikalarında ise tansiyon gittikçe artmaktadır. Artık silahların ortaya çıktığını ve insanların öldürüldüğünü, evin her yerinin parçalandığını, izdihamın yaşandığını ve Tek tanrılı dinlerin de bu noktada tahakkümde rol oynadığını görüyoruz.

Filmin bu sahnelerinde seks ticareti, mülteci krizi, terörizm ve şiddet had safhadadır. Bu şiddet gösterilerinin çoğunun erkekler tarafından gerçekleştirildiği de görülmektedir. Tüm bunlar olurken, Mother ise tüm bu olanlara engel olmaya çalışmakta fakat elinden bir şey gelmemektedir. Çünkü doğum sancısı çekmekte ve insanlar tarafından itilmekte, şiddet uygulanmakta ve taciz edilmektedir. Güvenlik güçlerinin evi basmasıyla birlikte sıkılan biber gazından de gözleri yanmaktadır. Doğa artık 20. ve 21.yy’ da geri döndürülemez bir şekilde yara almıştır. Evden çıkmak isterken ise kocası Him ona izin vermemektedir. Tıpkı geleneksel ataerkil ailede kadınların boşanmalarının kabul görmemesi ve kadının ne olursa olsun “yuvasını” terketmemesi gerektiği inancında olduğu gibi. Bu eril kodlarla ezberlenmiş toplumsal yapıda kadın ev içerisindeki tüm şiddete, baskıya rağmen “kadınlık görevlerini” ihmal etmemeli kocasına sadık bir diş kuş olmalı ve çocuklarının annesi olarak, özellikle filmde olduğu gibi oğlan çocuk doğurarak kocasını onurlandırmalıdır. Filmde yer alan bir başka sahnede ise kadın bir doktorun çocuğu doğurtmaya çalıştığı fakat daha sonra Him’in onu iterek uzaklaştırıldığı görülmektedir. Bu durum ise kadınların çalışmaya hayatında ayrımcılığa uğradıklarının ve hak etseler dahi, yükselemediklerini gösteren “cam tavan” kavramıyla özdeşleştirilebilmektedir.

Mother, doğum yaptığındaysa odayı bir ışık kaplamaktadır. Kültürel ekofeministler kadının doğurgan oluşu ve hayat verme potansiyellerini yüceltmektedirler. Andreé Collard, bütün kadınlara anne olmasalar bile ortak bir annelik kimliğinde birleşmiş kişiler gözüyle bakmaktadır. Kadınlar anneliği kişisel olarak yaşamış olsun ya da olmasın zaten kadın doğanın çocuğudur.

Bu bağlamda Collard, kadınların doğayla yakınlığını “kadınların biyolojik özgüllüğü” üzerine temellendirerek kadınları yeni yaşamı taşıyan ve sürekli kılan yaşam vericiler ve yetiştiriciler olarak nitelendirir. Kadınları görevi söz konusu içsel annelik özüyle geleceği sahiplenmek; ayrıca yaratmaktır (Üzel, 2006).

Bu anlayışın tam tersi olarak toplumsal yönelimli ekofeministlere göre ise annelik, kadınla o kadar özdeşleşmiştir ki erkekler bakma, büyütme ve sevgi deneyiminin tamamen dışında kalmışlardır. Annelik, kadınların doğasının bir parçası olmayıp toplumun onlara yüklediği bir sorumluluktur. (Mellor,1993.akt; Üzel, 2006). Bu anlayışla, ışığın aslında ölüm ve olumsuzlukla yorumlanabileceği de söylenebilmektedir.

Çimen’e(2011) göre erkeğin güçlü, aktif ve özgür doğasından farklı olarak kadının doğası kırılgan, bağımlı, edilgen ve itaat eden şeklinde konumlandırılmaktadır. Doğa da aynı şekilde, erkeğin boyunduruğu altında ve onun eline teslim bir vaziyettedir. Bu şekilde doğa ve kadın birbirine benzeyen varlıklar olarak aynı kategori içerisinde değerlendirilmişlerdir (Özdemir ve Aydemir, 2019). Kadını yönetme savındaki erkek söylemi, kadının dişil özelliklerini, vajinal salgılarını, adet kanını, fakat hepsinden önemlisi hayat verdiği açıkça belli olan rahmi ve sütü hedef alır (Üzel, 2006).


Bu düşüncenin bir kanıtı olarak bebek doğduktan sonra Him tarafından vahşi kalabalığın ellerine teslim edilir ve bebek boynu kırılarak öldürülür, ardından eti parçalanarak insanlar tarafından yenmeye başlanır. Bu durum, kadının doğurganlığının eril zihniyet tarafından hor görülmesidir. Devamındaysa Mother’in elbiselerini yırtarak ve onu döverek “şişko domuz” olarak nitelendirmişlerdir. Carol J. Adams’ın "Etin Cinsel Politikası" adlı kitabında, toplumun kadınlara hayvana ait isimlendirmelerde bulunarak hem hayvanlarının sömürüsünü hem de kadının ikincilleştirilmesini meşru kıldığı görülmektedir. Tüm bu olanlarla birlikteyse, evin kalbinin artık tamamen karardığını görmekteyiz.

Filmin sonundaysa, ev yeniden yandığında Him, Mother’in kalbini söküp alıyor ve elmasa çeviriyor. Tıpkı Kaz Dağları’nda maden arama çalışmaları yapmak için dağın oyulması gibi. Filmin sonunda, döngü başa döndüğünde erkek egemen kapitalizm kazılacak başka bir dağ ve sömürecek başka bir kadın bedeni bulacaktır.


Sonuç

Ekofeminizm, 80’li yılların ardından epey tartışılan bir olgu haline gelmiştir. Bilimsel metinlerin dışında gerek sanat gerekse siyasette kendine yer bulmuştur. Ekofeminist perspektif tıpkı birçok toplumsal olayın ve tartışmanın yer edindiği gibi sinemada da işlenmeye başlanmıştır. Bu çalışmada adı geçen Mother! adlı sinema filmi, kadının ve doğanın eril tahakküm tarafından nasıl sömürüldüğünün anlatıldığı en güzel örneklerinden biridir. Film boyunca birçok tahakküm unsuru göze çarpmakta, anlatılmak istenen mesaj tüm gerçekliği ile gözler önüne serilmektedir. Kadının aile içinde sömürülmesinden, patriarkal kapitalizme, çevresel tahribattan, ekolojik yıkıma kadar bütün detaylar filmde bir kadın gözünden değerlendirilmiştir. Dolayısıyla Mother! ile doğa ve kadın özdeşliği nasıl sömürü nesnesi haline geliyor, bu anlatılmak istenmiştir. Ekofeminist teorilerden, kültürel ekofeminizme daha yakın olan filmde, kadına özgü hayat verme dolayısıyla yaratıcılık ve spiritüelliğe çeşitli göndermeler yapılmıştır.


KAYNAKÇA


1) Anadolu Ajansı. “Dünyada yaklaşık 700 milyon insan 43 farklı ülkede su kıtlığı çekiyor.” Son güncelleme: 18 Haziran 2021. https://www.aa.com.tr/tr/turkiye/dunyada-yaklasik-700-milyon-insan-43-farkli-ulkede-su-kitligi-cekiyor/1932098 Erişim Tarihi: 16 Haziran 2021.

2) Atay, H. (2015). “Kapitalizmden çıkış denemesi: Cochabamba halk mücadelesi”. Vira Verita, 9(1): 19-39.

3) Chelsea, Power. “Multispecies Ecofeminism: Ecofeminist Flourishing of the Twenty-First Century”, Master’s Thesis, University of Victoria, 2016.

4) Dokumacı, M. (2020). “Renklerin İnsan Yaşamındaki Etkileri ve Renklerin Tarih Boyunca Yolculuğu”. Takvim-İ Vekayi, 125.

5) Emet, Değirmenci. “Kitap Ekolojik Feminizm Penceresinden Büyümeme (Degrowth) Ekonomisine Bir Bakış” Doğa ve Kadın: Ekolojik Dönüşümde Feminist Tartışmalar, 30-31.

6) Güzel, E. (2020). “Bir Ekofeminist Çığlık: “Çifte Sömürü, Sürdürülemezlik Ve Ekolojik Kıyamet”. Marmara Üniversitesi Kadın ve Toplumsal Cinsiyet Araştırmaları Dergisi, 67-73.

7) Özyol, A. ve Çobanoğlu, N. “Yeşil Kadın”, 4-8.

8) Puleo, H. (2017).” What is Ecofeminism?”. Quadernsdela Mediterrània, 25, 27-34.

9) Seda, Topgül (2012). “Kadın Ve Doğa İlişkisi: Ekofeminizm”. Sosyoloji Dergisi, 27, 71-83.

10) Türk, S.M. (2017). “Ekofeminizm Ve Dualizm Fikri”. Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, 24, 377-392.

11) Üzel, Esra. “Feminizm Ve Doğa Ekseninde Ekofeminizm”. Yüksek Lisans Tezi, T.C. Ankara Üniversitesi, 2006.

12) WWF Türkiye. “Su”:18 Şubat 2020.


Son Yazılar

Hepsini Gör

Yorumlar


Yazı: Blog2 Post

©2021, Dilara Gün tarafından Wix.com ile kurulmuştur.

bottom of page